Pages

Search This Blog

30 Aralık 2010 Perşembe

Mavi Marmara Şehitlerine Selam Olsun

      Filistine yapılan insansızlığı insanca yardım etmek için çıkan ölümsüz şehitlerin bulunduğu gemi 26 Aralıkta 2010 Pazar günü İstanbul'a geldi.Şehitlerimize selam olsun...Rabbim bize Furkan Doğan'ın imanı ve inançını nasip etsin.


27 Aralık 2010 Pazartesi

Doğmazdı Kalbe İman

Altın Nefesler
Ali Ulvi Kurucu


Doğmazdı Kalbe İman

Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’ân,
Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed!

Matem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,
Mahzundu Arş-ı A’lâ, Levlâke yâ Muhammed!

Feyzinle güldü âlem, gufrâna erdi âdem,
Ağlardı belki hâlâ, Levlâke yâ Muhammed!...

Sayende erdi insan tevhide, yoksa putlar,
Mabûd olurdu -hâşâ- Levlâke yâ Muhammed!..

Şefkatli annesinden öksüz kalan yetime,
Benzerdi sanki eşyâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Gün görmeden baharlar, sislerle örtülürdü,
Zindan olurdu dünya, Levlâke yâ Muhammed!..

Tılsımlı gölgelerden bin bir çeşit ziyadan,
Mahrum olurdu dünya, Levlâke yâ Muhammed!..

İnler dururdu sesler, her nağme hıçkırıktı;
Tutmuştu Arşı şekva, Levlâke yâ Muhammed!..

Dünyada tek hakikat uğrunda can verenler,
Bulmazdı derde kimya, Levlâke yâ Muhammed!..

Al kan, figan içinde te’yid ederdi zulmü;
Binlerle kanlı sehpa, Levlâke yâ Muhammed!.. 
YENİ ÜMİT DERGİSİ

Mal Biriktirme Günah mıdır?

Günümüzde İslam'ın içinde bulunduğu durumun, hakikat ölçülerine göre kavranması, bu yolda hizmet verme adına önemli bir adımdır.
İnsanlara vazife yaptırmadan ve onlardan bir hizmet beklemeden önce, onların yapacakları işe iyice inandırılması çok mühimdir. Eğer yangının nasıl bir tehlike ifade ettiği, nasıl korkunç bir felaket olduğu idrak edilirse, işte o zaman insanlar el ele ve omuz omuza vererek o yangını söndürmeye koşarlar. Aksine insanlar yangını, normal bir manzarayı seyrediyor gibi seyrediyor ve onun arkasından doğacak tehlikeleri idrak edemiyorlarsa, onlara o korkunç yangın karşısında bir şey yaptırtmak mümkün değildir.

Haddizatında milletimiz için dine hizmet adına en büyük felaket, İslam'ın uzun bir dönem temsil kusurundan dolayı bizim dünyamızda bir gurbet yaşaması olmuştur. (Konu bizim liyakatsizliğimiz.) Bu itibarla da -sık sık üzerinde durulması gerektiği gibi- bu milletin esasen en büyük derdi budur ve bu olmalıdır. Evet, bugün ne yazık ki insanımız, kalbî ve ruhî hayatını büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu milletin iktisadî hayatına elli bin defa düzen verilse, diğergâmlık olmadığı, millet ve vatan düşünülmediği, şahsî menfaatler her şeyin önünde tutulduğu için -inananlar ve bu vatanı sevenler müstesna- bu memlekette arzu edilen düzen ve nizam katiyen sağlanamayacaktır. Eğer o nizam ve düzen sağlanacak olsa o da, hasbî ve başkaları için yaşayan insanlar sayesinde gerçekleşecektir.. ve inşallah bir gün öyle de olacaktır.
Mü'min kişinin mal biriktirmesinin, felaketi sezmeye ters olduğu kanaatini taşımadığımı belirtmek isterim. Bana göre yerinde mal biriktirme, felaketi derinden derine sezmeye karşı bir mukabeledir. Evet, yerine göre mal, o felaketlere karşı koyma için bir hazırlık manası taşır. Fakat mal, bizatihi ve bizzat insanın maddî, dünyevî ve sûrî zevklerini hedef alarak biriktiriliyorsa işte böyle bir malın onun için zararlı olduğu ve onu kurtaramayacağı her zaman söylenebilir. Ve bir manada böyle biri, malın beraberinde getirdiği felaketi de sezememiş demektir. Hayatlarının hemen bütün karelerini Allah yolunda geçiren ve Kur'an'ın ifadesiyle Allah'ın kendilerinden razı olduğu sahabe efendilerimiz (Bkz.: Beyyine Sûresi, 98/8) mal ile olan münasebetlerinde de kılı kırk yaran bir hassasiyet gösteriyorlardı. Sahabe-i Kirâm Efendilerimiz hicret edip Medine'ye teşrif buyurduklarında çok kısa zamanda, Kureyza ve Beni Nadîr çarşılarında söz sahibi olmuşlardı. Hâlbuki o güne kadar bu çarşılarda ticareti elinde tutanlar başkaları idi. Müminler, aralarındaki içten münasebetler sonucu onlara üstün gelerek çarşı-pazara hâkim olmuşlardı. Medine'de bulunan Müslümanlar, ticareti çok iyi bilmiyorlar ve daha çok ziraat ile iştigal ediyorlardı. Mekke'den Efendimiz'le beraber hicret edip Medine'yi teşrif eden muhacirler ise ticareti çok iyi anladıklarından hemen oradaki ticareti ellerine geçirivermişlerdi. Bunun neticesi olarak Hz. Osman, Abdurrahman bin Avf ve Hz. Talha gibi sahabiler çok zengin olmuşlardı. Bunlar zengin olmuşlardı ama her an mallarını da canlarıyla beraber Allah yolunda feda etmeye hazır ve amade bulunuyorlardı.
SAHABEDEN ÖRNEKLER
Konuya bir misal vererek açıklık getirmek istiyorum. Bir gün Hz. Osman'dan yardım istenmiş, o da, beş yüz deveyi sırtındaki yüküyle beraber Allah yolunda verirken hiç tereddüt göstermemişti. Abdurrahman bin Avf da bir defasında kervanıyla ticaretten geldiğinde Hz. Aişe validemizden Efendimiz'in (aleyhi's-salatü ve's-selam) şöyle buyurduğunu duymuşlardı: "Ben, Abdurrahman bin Avf'ı cennete sürüne sürüne girerken gördüm." Bunun hikmeti sorulunca da, "Çok serveti var." cevabı alınmıştı. İşte Abdurrahman b. Avf, o gün kervanla Medine'ye kadar beraberinde getirdiği servetin hepsini hemen bir sözle Allah yolunda fedâ etmişti. Hz. Ömer de her şeyini Mekke'de bırakmış ve Medine'ye öyle göçmüştü. Hayber gazvesinden kendisine bir arazi düşen Hz. Ömer, "Sevdiğiniz mallarınızı Allah yolunda harcamadıkça fazilet mertebesine ulaşamaz, iyiler sınıfı içine giremezsiniz. Bununla beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir." (Âl-i İmrân Sûresi, 3/92) ayeti nazil olunca, hemen gelmiş ve "Ya Resûlallah! Ömer bin Hattab, oradaki o sevdiği güzel bağını bahçesini vakfetmek istiyor." diyerek o araziyi Allah için vermişti. Bu hareketin bir benzerini de Ebû Talha gerçekleştirmişti.

Binaenaleyh, müminin Allah yolunda kullanma ve taparcasına ona bağlanmama kaydıyla mal biriktirmesi de Allah yolunda olma demektir. Nasıl ki abdest almaya gitme namaz yolunda çok önemli bir iştir. Aynen öyle de, Allah yolunda hizmet etmenin şartlarından ve rükünlerinden sayılabilecek servet tedariki ve mal biriktirme de Allah yolunda olma demektir. Malını bu gayeler doğrultusunda kazanan bir insanın çarşı-pazarda alış-veriş ve pazarlık yapması, ona adeta evrâd u ezkâr yapıyor ve Allah'a dua ediyor gibi nafile sevap kazandırır. Mühim olan, müminin niyetidir. Onun için söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), müminin niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu bildirmişlerdir. Ama onun niyeti yine Efendimiz'in beyanları içinde, malıyla fahirlenmek �Allah korusun- ahiretini ve ukbâsını unutup tamamen dünyaya dalmak, başkalarını ezmek, başkalarının hukukuna tecavüz etmek ve çalım satmak ise, bu mal o insanın omuzlarında bir vebaldir.
İşte ikinci şıkta anlatıldığı minvalde mal biriktirme ve bu istikamette gayret gösterme mezmûmdur. Onun, bizim ahiret inancımız ve Allah'la irtibatımızla telif edilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde İslam'ın içinde bulunduğu şu girdap içinde, insanları kurtarmaya çalışırken, yeni yeni girdapların içine dalma söz konusu olur. Yapılması gereken şey, etrafını kuşatan girdaplara mukabil, insanımızın biraz daha kazanarak - Allah'ın tevfik ve inayetiyle - yeni yeni müesseseler kurması, bu müesseselerin başına civanmert kimseleri getirip koyması ve bütün bu gayretleri, insanımıza ve neslimize hizmet etme istikametinde yapmasıdır. Bu yolda mal kazanmak mezmum değil, bilakis bir ibadettir. Kimse bu mevzuda mal kazanmadan müstağni davranmamalıdır, zira mühim olan niyettir.
1- İslam'ın ve Müslümanların içinde bulunduğu felaketlerin gerçek boyutlarına göre kavranması, bu yolda hizmet verme adına önemli bir adımdır.
2- Milletimiz için en büyük felaket, İslam'ın, bizim dünyamızda bir gurbet yaşaması ve insanımızın da kalbî ve ruhî hayatını büyük ölçüde kaybetmiş olmasıdır.
3- İçinde bulunduğumuz felaketleri sezip bunları izale etmek amacıyla müminlerin dünyaya meyletmeleri kötülenen bir durum değil aksine, teşvik edilecek bir davranıştır.


ZAMAN GAZETESİ-KÜRSÜ

18 Aralık 2010 Cumartesi

Ruh ve Ötesi

Sofiye ve Ruh

Sofiye, ruhu, ilahi hayatın bir tecellisi, bir zılli ve hakikatine Cenab-ı Hakk'ın kimseyi tam muttali kılmadığı bir cevher olarak tarif etmiştir ki, hükema ona "nefs-i natıka", sofiler de " -Kendi ruhumdan ona üfledim." ayetine dayanarak "ruh-u menfuh" demişlerdir. Onlara göre, insanın insanlığı bu ruha bağlı olduğu gibi, onun kemalatı da bu ruh ve onun önemli bir esası olan kalbin ayak ve kanatlarıyla gerçekleşmektedir. Evet bu ruh, insanın Hakk'a yürüyüp yükselmesinde bir vesile ve Allah'ın insanla münasebetinde de önemli bir vasıtadır. Öyle ki insan ancak, bu ruh-u menfuhla metafizik düzlüklere açılabilir, onunla Hak'la münasebetini duyar ve onunla kalb, sır ufuklarından, cismaniyete kapalı ne müşahede edilmezleri müşahede eder..

Ceset, bu ruhun matıyyesi ve biniti, cismani kalb latife-i rabbaniyenin ve batıni havas da sırrın. İnsan, bildiklerini bu ruhla bilir; idrak ettiklerini/edeceklerini bununla idrak eder ve kendini de onunla duyar, onunla kavrar. Uyku ve baygınlık hali gibi durumlarda o, minvechin bedenden irtibatını keser ve kendi ufkunda serbest dolaşmaya başlar; ölüm vuku bulunca da tamamen cesetten ayrılır ve öbür alemdeki "halk-ı cedid" anına kadar bir berzah vetiresi yaşar; yaşar ve kat'iyen yokluğa maruz kalmaz.

Ruhun esası melekutidir. " -Arz üzerinde bulunan herkes fanidir." ayeti mucebince fenası da itibari ve ihtimal ki bir "gaşy"den ibarettir. İnsan öbür aleme, ruha bağlı hayatıyla girer; berzahı o hayatıyla geçer, mizana onunla yürür. Berzah sonrası oldukça uzun, inişli ve çıkışlı seyahatte de ceset ruha tabi olur. Ötedeki cismani ve ruhani bütün zevkler, lezzetler, burada ruhun hayat seviyesine göre ömür sürdürmeye; bütün elemler, kederler de hayvani hayat mertebesinde kalmaya bağlıdır. İnsan, inkişaf etmiş ruh-u menfuhun vesayetinde Cennet'e girer; nuranileşmiş beden de bu mazhariyeti onunla paylaşır. Böyle bir mazhariyet keramet ve mucize çizgisinde, "mustafeyne'l-ahyar"a dünyada da müyesser olabilir; Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enam'ın miracı böyle bir mazhariyetin en parlak örneğidir.

Ruh, bedende konaklamaz; ama yine de onun adresi bedendir. Onun bir mekan ve hayyize ihtiyacı yoktur ama bu, onun letafetine Hakk'ın teveccühündendir. Aksine, onun mekandan müstağni olması, Zat-ı uluhiyete müşabeheti akla getiren zaman ve mekandan münezzehiyet manasında değildir. Beden, ruhun onun üzerinde faaliyetlerini icra etmesi için bir sistem ve onunla duygularını seslendirmesi için de bir enstrüman mahiyetindedir. Ne bedenin bir parçası ve ona bitişik, ne de onun eczasından bir cüzdür. Kökleri alem-i emirde, dal ve yaprakları adresinin ufkunda bir münasebet-i meçhule ile hep o konuşur, o düşünür, o sever, o acır ve yüzü Hakk'a müteveccihse sürekli iyi şeyler üretir ve Cennet'e doğru yürür. Şayet o, bedene bend edilmiş ve ağzına fermuar vurulmuşsa, o zaman söz de, düşünce de ayağa düşmüş gibi hayvaniyet ve cismaniyetin kuruntuları ve hırıltıları haline gelir.

Ruh, melaike türünden latif bir varlıktır ve onun, başta vicdan mekanizması olmak üzere cismani ve ruhani bütün duyu organları ve letaif-i insaniye üzerinde de sebeplerin perdedarlığı ölçüsünde her şeye hakimiyeti söz konusudur. Materyalistlerin ve fizyolojistlerin her şeyi ona bina etmek istedikleri dimağ, maddi organizma ile ruh arasında bir santral merkezi; ruha bağlı letaifin müktesebatına bir hazine ve depo; duyu organlarının birbiriyle irtibat mahalli; akıl ve nefs-i insaniyenin cihanları istiab edecek geniş bir kütüphanesi; his, hareket ve idrak aktiviteleri adına iç içe şalterler sistemi; ilahi varidatın tefrik, temyiz, tahlil ve terkip laboratuarı olması gibi çok hayati fonksiyonlarıyla ruhun dinamik bir elamanıdır.

Sofilerin büyük bir kısmına göre, alem-i emirden de olsa, ruh mahluktur; ancak mahlukatın en latifi, en safisi, en nuranisi; en kesif şeylere bile nüfuz edebilecek mahiyette bir mir'at-ı esma u sıfattır ve her zaman safvet ve şeffafiyetiyle de Hazreti Zat'a işaret etmektedir. Görebilme, duyabilme donanımına sahip olanlar, görülüp duyulma şanından olan her şeyi onun ufkundan ya latife-i rabbaniye ya da sır vasıtasıyla ama mutlaka onunla irtibatlı olarak görür, duyar ve hissederler. Ehl-i hakaik, müşahede ve keşfiyat zirvelerine ruhun kanatlarıyla yükselir. Baştaki gözler, ancak eşyanın zahirini görür ve temaşa eder; ruh ise, kalb menfezleriyle her şeyin melekutunu, sır aralığından da esma ve sıfatın verasını müşahedeyle şereflendirilir. Ahirette her mümine müyesser olacak böyle bir mazhariyetin -kamil manada- biricik kahramanı da " " diyen Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enam'dır.

Ruh, alem-i emirden bir nefes-i menfuh olmakla beraber, iktiran ettiği şahsa göre bir taayyün gösterir ve nurani kılıfıyla özel bir şekil alarak görüleceği merayada o insanın dublesi gibi görünür. O şahsın ölüp fena bulmasıyla iktiranı firaka dönüşse de Hakk'ın kayyumiyetiyle ölümsüzlüğün remzi olarak hep bir yeni visali beklemeye durur.

Hayat dediğimiz şey, genel manada, "Hay" ve "Muhyi" isimlerinin umumi bir tecellisi, insanlar açısından da ruh-u menfuhun belli mezahirde tezahüründen ve tezahür içinde değişik televvünlerle ortaya koyduğu aktivitelerden ibarettir. Ruh, insana taalluku itibarıyla hadistir ve hudusu da her an yenileniyor gibi, her saati, her dakikası, her saniyesi.. ve her aşiresiyle Hazreti Hayy u Kayyum'un hayat-ı sermediyesinden esip gelen nefahatla devam etmektedir. Hayatın arkasındaki bu sırrı görmeyenler, ruhu ya canlının fizyolojisine ya dimağına bağlamış, ya da onun arkasındaki istinat ve istimdat noktalarından gafletle, onu kadim ve ezeli görerek binefsihi bekasına hükmetmişlerdir. Oysaki o, perde dahi olsa, ne esbaba isnat edilecek kadar değersiz ne de kendine "kıdem" isnat edilecek kadar küstahtır. O, Hakk'ın var etmesiyle var olmuştur, O'nun kayyumiyetiyle de devam etmektedir ki " (başka bir rivayette ) -Allah'ın ilk yarattığı benim ruhumdur (veya nurumdur)." beyan-ı nebevisi de bunu işaretlemektedir.

İnsan denen bu en şerefli varlık, alem-i halka bakan cesedi ve nefsi, alem-i emre nazır ruhu, alem-i melekuta açık kalbi ve alem-i ceberuta müteveccih sırrıyla -bu son buudları itibarıyla potansiyel olarak öyledir- eşi-menendi olmayan bir nüsha-yı kübradır. Ne var ki, bu ölçüdeki yüksek donanımına rağmen onda hem ahyar evsafı diyeceğimiz "sıfat-ı ruhaniye" hem de eşrar hususiyetleri kabul ettiğimiz "sıfat-ı nefsaniye" vardır -Böyle bir taksim ruhu ve nefsi birbirinden ayrı mütalaa edenlerce söz konusudur-. Ruhani sıfatların da, nefsani evsafın da tesiri ve yönlendirmesi, harici ef'al itibarıyladır. İtikat, niyet, azim, disiplin, kararlılık ve tabii her şeyden evvel Hakk'a teveccüh veya O'ndan i'raz etme birer tohum gibidirler ki, esbab açısından hayır da, şer de onlara bağlı olarak gelişir; genişler ve böylece insan, ya "ala-yı illiyyin"e yükselir, ya da "esfel-i safilin"e yuvarlanır.

Nefis ve ruhu ayrı ayrı cevherler kabul edenler, nefsi, insanın derununda fena huy ve fena sıfatların merkezi, ruhu da ahlak-ı hamide ve insani değerlerin kaynağı görmüş, akla ruhun lisanı, basirete de onun tercümanı nazarıyla bakmışlardır. Bu yaklaşıma göre, akıl, nefisle değil, ruhla irtibatlıdır. Bu görüşü benimseyenlerce ruh, ilim, irfan, firaset, ilham, yakin ve vicdan mekanizmasıyla mahiyet-i insaniyenin özü, esası ve hakikatidir. Sağlam ve arızasız bir bedende ruh, gözde basar, lisanda zevk, kulakta duyma, ağızda tatma, burunda koklamanın -esbab planında- biricik merciidir.

Ruhun bedenle şuuru aşkın bir aşk u alaka irtibatı da vardır; ama bu onun, her biri esmayı ilahiyenin ayrı bir tecellisi sayılan cismaniyete ait ahval ve hususiyetleri beden vasıtasıyla duyup zevk etmesi ve "hakka'l-yakin" çerçevesinde maddenin mahiyetine nüfuz edebilmesi itibarıyladır. Tabii bunların hiçbiri, ruhu ve nefsi aynı manada kullananlar için söz konusu değildir. Onlar ruhu nefis, nefsi de ruh kabul eder.. ve "ruh-u nebati", "ruh-u hayvani", "ruh-u insani" dedikleri gibi, "nefs-i hayvani", "nefs-i insani" de demiş; sonra da bu nefsi -Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde geçtiği üzere- "nefs-i emmare", "nefs-i levvame", "nefs-i mülhime", "nefs-i mutmainne"... şeklinde taksim etmiş ve itminan mertebesini de bir doruk saymışlardır. Erbab-ı hakikatin çoğunluğuna göre bu seviyeye yükselen bir nefis artık, mezmum işlerden bütün bütün uzaklaşır ve şer'an memduh amellerle bütünleşir; derken bir adım daha atarak hatıratını dahi kontrol altına alır ki, işte böyle bir ufka ulaşan hak erinin üzerinde ruhanilik asarı nümayan olmaya başlar; ardından da ona "ilm-i gayb" kapıları aralanır ve zamanla böyle bir nefis mahz-ı ruh halini alır. İsterseniz buna, nefsin ruh kisvesine bürünmesi ve nefsaniliğin ruhanilik haline gelmesi de diyebilirsiniz. Bunu biraz daha açabiliriz:

Tasavvuf erbabınca, ruhun kendi ufkunda güçlendirilmesi sayesinde, nefiste de istikamet temayülleri başlar. Böyle bir başlangıç iyi değerlendirilerek nefis tezkiye tezgahından geçirilir, beden de ibadetle tasaffi ederse bunlar ruhun vesayetinde Hakk'a müteveccih olmanın bütün hazlarından istifade edebilirler. Bu konuya şöyle bakmak da mümkündür: Nefs-i hayvaninin bedene hükmedecek ölçüde güç ve iktidarı, fonksiyonel olarak ruhun ölümünü, aksine hayatın kalbe bağlı yaşanması ve ruhun kuvvetlenmesi de nefsin ölümünü; hiç olmazsa onun teslimiyetini ya da tesirsiz kalmasını, hatta üstün bazı kimselerde meleklik rengine bürünmesini netice verir. Güzel görme, güzel düşünme, müstakim itikat, sürekli ibadet ü taat, her zaman tazarru ve niyaz, her vakit istiğfar nefsani levsiyattan arınmanın, ruhu besleyip güçlendirmenin ve nefsi teslime mecbur etmenin en emin yoludur ve ihlasla bu yolda yürüyenlerin yolda kaldıkları da hiç görülmemiştir; yolda kalmak bir yana, bu yolda sık sık konumunu gözden geçirip, abd-Mabud münasebeti çerçevesinde duruşunu ayarlayanlar hep "alayı illiyyin"e yürümüşlerdir ki bunlara "ervahı nuraniye" ashabı denmiştir. Aksine, karanlık gören, karanlık düşünen, ömürlerini malihulyalarla geçiren, itikatta bir türlü istikamete ulaşamayan, ibadet ü taata karşı alakasız kalan, dua ve niyazlarla hayır temayüllerini güçlendiremeyen, istiğfarlarla şer eğilimlerinin önünü alamayanlara; alamayıp "esfel-i safilin"e sürüklenenlere de "ecsam-ı zulmaniye" denmiştir.

Evet, her zaman nefsani arzuların frenlenmesi; gönlün marifet, muhabbet ve aşk u şevkle şahlanması ve diyanetin hayata hayat olması ölçüsünde ruh, adeta bir ahiret üveyki ve bir melek haline gelir. Aksine, hayatın beden ve cismani arzulara bağlı yaşanması nisbetinde de ruh zaafa uğrar, kalb renk atar, his-şuur kirlenir ve sır da sesini duyuramaz olur. Sözün özü; hemen her zaman nefsaniliğin güç ve hakimiyeti, ruhaniliğin felç olmasını; ruhun kıvamını koruması da, nefsin teslimiyet ve tezkiyesini netice vermiştir/vermektedir. Ehlullah bu hususu ifade sadedinde: "Tenperver olanlar canperver olamaz; canperverler de tenperver olarak kalamaz." demişlerdir; demiş ve sürekli çevrelerine, ruhu keşfetmenin sırlarını fısıldamışlardır.

Aslında, ruhun vesayetinde olmayan tezkiye görmemiş bir nefis, cismaniliğe meyyal ve sürekli bedeni hazlar peşindedir. İtminana erip ruh ufkuna ulaşacağı ana kadar da o, az-çok hep böyle bir karakter sergiler. Aksine, Hak inayetine erip rıza mertebesine ulaşınca onun da sesi-soluğu tıpkı ruhun nefesleri gibi sımsıcak bir hal alır. Mahiyet-i insaniye böyle bir hal alınca, mütecessis, münekkit ve araştırmacı olan akıl, şer'i delillerin tahlilcisi ufkuna yükselir, kalbin rengine bürünür ve latife-i rabbaniye rasathanesinden fizik ötesi alemleri temaşaya başlar; kalb ceberuta ait esrarı avlamak üzere pusuya yatar ve sır da Hazret-i Zat iştiyakıyla soluklanmaya durur.

Kalb ve sır, ruhun sonsuza bakan iki gözü mesabesindedir. Latife-i rabbaniye yol boyu alemi ceberut hülyalarıyla, sır ise alemi lahut iştiyakıyla bir nabız gibi atar; murat hasıl olunca da, her biri kendi ufkunun hayret ve dehşetiyle medhuş hale gelir. Sırdan kalbe akan ve kalb reseptörlerinde melekuti bir renge boyanan ilahi varidat, kalb lisanıyla ruha intikal edince, tecelli alanında melek şivesiyle tınlamaya başlar; bu husus, sır ve kalb derinlikleriyle ruhlara benzetebileceğimiz melaike-i kiramın, ilahi esrarı enbiyayı izama intikal ettirmeleri konusuna, biraz dar ve sığ da olsa, yine de zihne takrib edici bir misal sayılabilir. Zaten bir yerde vahye de, " -Emir aleminden ruhu (vahyi) kullarından dilediğine indirir." fehvasınca ruh denmiyor mu.! Evet ruh, cesette hayatın özü ve esası olduğu gibi, vahiy dahi manevi ve ruhani hayatın en önemli esası, en ciddi vesilesi ve sebepler üstü sebebidir. Ruh, vasıtalı-vasıtasız bir nefha-i ilahiye, vahiy dahi kelam sıfatından gelen ayrı bir nefha-i sübhaniyedir. Bu ilahi sırra hıyanet bilmeyen sırrın emin emanetçileri de hakiki veya izafi insanı kamillerdir. Bu konuda hakiki insan-ı kamil olan Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enam'ın (aleyhi ekmelü't-tehaya) alıp ümmetine nefhettiği ruhu mutlak esas; izafi insan-ı kamillerin mevhibe ve varidatları ise, o Zat'ın vaz'ettiği kriterlerle test edilmek şartıyla, ümmete birer vesile-i rahmet ve vüs'attir.

Bu iki ruh da, insan için çok önemlidir. İnsanın cisim ve bedeninin teneffüs ve inkişafı ruh-u menfuhla olduğu gibi, bütün dünya ve kevn ü mekanların teneffüs ve hayatı da insanı kamilin nefhettiği ruh ile kaimdir. Dünyanın evveli, manevi ve cismani ruh tecellisinden mahrum -okuyup yorumlayacak ve gözlere ışık saçıp her şeyi aydınlatacak kamil insan ve onun nefahatının olmaması manasına- bulunduğundan karanlık sayılırdı. Ortası, ruhun, Ruhu A'zamın ve Ruhu Kuds'ün saçtığı ziya sayesinde nurefşan bir hal aldı; şayet bir gün bu ziya çekilir gider de her taraf yeniden karanlığa yenik düşer; eşya ve hadiseler de rastlantılara bağlanarak izah edilmeye kalkışılırsa, işte o zaman insanoğluna yeni bir alemin yolu görünür. Yani tıpkı yerküredeki gece-gündüz münavebesi gibi, manevi çehresi kararan bu dünya da, yerini ötelerin pürnur gündüzlerine bırakır. İsterseniz burada bir kez daha sözü Bediüzzaman'a bırakalım:

"Evet, nasıl ki hayat, kainattan süzülmüş bir hulasadır; şuur, his dahi hayattan süzülmüş hayatın bir hulasasıdır; ruh dahi, hayatın halis, safi bir cevheri, sabit ve müstakil zatıdır; öyle de, maddi-manevi hayat-ı Muhammediye (sallallahu aleyhi ve sellem) dahi kainatın his, şuur ve aklından süzülmüş en safi bir hulasadır. Belki maddi-manevi hayat-ı Muhammediye (aleyhi salavatullahi ve selamuhu), asarının şehadetiyle hayat-ı kainatın hayatı; risalet-i Muhammediye de (aleyhi ekmelü't-tehaya) şuuru kainatın şuur ve nurudur.

Evet, evet, evet! Eğer kainattan risalet-i Muhammediye'nin (aleyhissalatü ve ekmelüttahiyyat) nuru çıkıp gitse kainat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse kainat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek.. belki de şuursuz kalan başını bir seyyareye çarparak kıyameti koparacak."

İslam, Nebi ve Kur'an külli birer ruh mahiyetinde, bütün varlığı kuşatan, onun şuuru, hayatı ve nuru mesabesinde olduğu gibi, ruh-u menfuh da potansiyel olarak mahiyet-i insaniyede aynı şeyleri ifade etmektedir. Ancak onun, cismaniyet aleminde kendini arızasız ifade edebilmesi için bir sisteme, bir mekanizmaya ihtiyacı vardır. Hayat-ı umumi ve alem-i emirden gelen külli kanunlar için her seviyedeki latif ve kesif bütün ecsam; muayyeniyetleri itibarıyla topyekün canlılar, özel donanımıyla insanoğlu, hususi mazhariyetleri ve müstesna mahiyetleri ile de insan-ı kamiller kendilerine has çerçevelerde ruhun metalii sayılırlar.

Ayrıca, insan ufku itibarıyla da ruhun birkaç viladeti söz konusudur: 1. Onun taayyün-ü evveldeki viladeti ki, bu, hakikat-i Ahmediye'ye bakar. Bu mülahaza, ruhun cesetten evvel yaratılmış olduğunu kabul edenlere göredir. 2. " -Ona kendi ruhumdan nefhettim." fehvasınca ruhun ademiyetteki viladeti. 3. Mevcut ruhun, cismaniyet ve hayvaniyet üstü manevi viladeti ki; buna, kalb ve sır ufkunda onun yeniden neş'eti de denilebilir. Bu viladet aynı zamanda insanoğlunun fiilen hilafet payesini ihraz etmesinin de değişik bir unvanıdır. Hilafet payesinin mazhar-ı tammı insan-ı kamildir.. ve insan-ı kamilin beden ve cesedi dahi -ruhun gerisinde dursa da- ruhaniyet televvünlüdür. Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enam'ın keramet mebde'li miraç hadisesinde, cesed-i mübareklerinin -O'na ruhlarımız feda olsun- ruhlarının yedeğinde seyahat-i semaviyesinin buna bir misal teşkil ettiğini daha önce hatırlatmıştık. İsterseniz siz ona ruhun emriyetinin cismin halkiyetine galebesi de diyebilirsiniz. Böyle bir cisim, pek çok ahval-i adiyesinde dahi mücella bir ayna gibi " - Göründüğünde Allah anılır." mazmununca hep O'na nazırdır, O'nun evsaf-ı celaliye ve kemaliyesini aksettirir, O'nu hatırlatır, O'nu duyurur ve O'nu hissettirir.

Evet bir insan-ı kamil, konumunda ve konumuna göre duruşunda sürekli farklılık sergiler. O kendine has farklılığıyla doğar, zahiri ve batıni hasseleriyle bu farklılığın hakkını eda etmeye çalışır, farklılığının şuurunda olarak yaşar.. ve yaşadığı gibi de ötelere yürür. Hatta onun cesedi dahi bu farklılıktan nasibini alır. Enbiya-yı izamın (ala nebiyyina ve aleyhimüssalatü vesselam) cesetlerini toprağın yemeyeceği buna bir misal sayılabilir..

Taayyünde "Ikdü'n-Nübüvvet"in (aleyhissalatü vesselam) ruhu, ervahın ilki ve ruhu'l-ervah şerefiyle müşerref, harici vücut itibarıyla zuhuru ise peygamberlik manzumesinin kafiyesi, varlık ağacının semeresi, nübüvvet semasının kutup yıldızı ve risalet ufkunun da "kavl-i fasl"ı olması itibarıyla beklenti iştiyak ve heyecanıyla tebcil-i tehirine bağlanmıştır.

Evet O, semere olduğu gibi çekirdektir de; ilk işaret olduğu gibi son alamettir ve besmele ile mermuz bulunmasının yanında sırr-ı fatihadır. O'na, geriden gelen öncü de diyebilirsiniz; zaten kendileri de " -Biz ipi göğüsleyen arkadaki öncüleriz." demiyor mu.! Her nebinin ümmeti kendi peygamberinin arkasından yürüyeceğine göre, Hazreti Ruh-u Azam'a iktida edenlerin nerede durdukları/duracakları bizim için en büyük bir bişaret olsa gerek.. evet O, Ruh-u Azam'dır ve ümmeti de en bahtiyar ümmettir.

Tasavvuf terminolojisinde geçen "Ruh-u Azam" tabirini, hakikat-i Ahmediye (aleyhi salavatullahi ve selamuh) olarak yorumlayanların sayısı hiç de az değildir. Aslında O zat, bütün esma ve sıfat-ı sübhaniyenin mücella bir aynası olması itibarıyla, alem-i mülkün de, melekutun da en dırahşan çehresi ve en dilruba kametidir. Onun neşrettiği nurlar sayesinde bütün eşya ve hadiseler doğru-dürüst okunan bir kitap haline gelmiş; insanlık nereden gelip nereye gittiğini açık-seçik öğrenmiş; ebediyete meftun insan ruhu onun sonsuz saadet vaatleriyle yepyeni bir viladet yaşamış ve derken bütün cismaniyetin karanlıklarından kurtulmuştur.

Ruh-u Azam'a, bütün kainatları kuşatan hayat tecellisi diyenler olduğu gibi, vahidiyet tecelli dalga boylu celali celevat veya " -Ceste ceste melekler ve ruh iner." ayetine dayanarak, mübarek bir gün ve gecede, müminlere vesile-i inşirah olmak üzere inen "Ruh-u Azam-ı Külli" şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Ayrıca O'na mebde ve müntehanın mazhar-ı tammı, "akl-ı evvel", "nefs-i külliye" diyenler de az değildir. İşin aslına bakılacak olursa, menba-ı feyz-i enbiya ve mürselin kabul edilen, künhü nakabil-i idrak Ruhu'l-Kuds gibi Ruh-u Azam-ı Külli de bizim için bir mevcud-u meçhul mahiyetindedir.

Aslında, her insanın ruhu bir manada melekuta açıktır ve ona bakmaktadır ki, erbabı bu zaviyeden bir bakış, duyuş ve sezişe "feth-i karib" demişler; sıfat-ı sübhaniye ve alem-i ceberuta nazır kalbin ihsas ve imtisaslarına "feth-i mübin" unvanı vermişler; alem-i lahuta müteveccih bulunan sırrın müşahedelerini de "feth-i mutlak" paye-i mübecceli ile yad edegelmişlerdir.

İnsan Cennete de ebediyete de, Cennette rü'yet ve rıdvana da bu latifeleriyle namzettir. Ötedeki bütün mazhariyetler, ruh, kalb ve sırra baktığı için beden ve cismaniyet itibarıyla kavrayamayacağımız lütuf ve ihsanların " -Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım." medlulünce birer sürpriz şeklinde sunulacağına işaret edilmiştir. Evet, ötedeki eltaf-ı sübhaniyenin, idrak ufku sınırlı bulunan akl-ı meaş ile kavranamayacağı açıktır. Hele, dünyada marifet, muhabbet ve aşk u şevk adına " -Daha yok mu?" diyenlere -Nezdimizde daha fazlası vardır." ferman eden Zat " -İhsan şuuruyla ihsanda bulunan ve güzellere peyrev olanlara bir de fazlası var." menba-ı vaadinden kim bilir ne sürprizler ne sürprizler lütfedecektir.! Aslında " -Kim Allah içinse Allah da onun içindir." mazmununca, tafaddul dalga boylu ilahi mukavelenin muktezası da bunun böyle olmasını düşündürmektedir.

Mevzuu hulasa edecek olursak; kainattaki hayat her şeydir ve Hazreti Hayy u Kayyum'a bakmaktadır. Cenab-ı Hakk'ın hayatı, hayat-ı zatiye ve hayat-ı sermediyenin ta kendisidir. Evet O'nun hayatı, başka bir ruhla değil, kendi kendiyle kaimdir. Mahlukattaki ruh ise, sebeb-i hayat bir cevherdir. Melekler cism-i latif olmaları itibarıyla müteayyin birer ruh ile kaimdirler. Letafetlerinden onların hayatları da ruhları gibidir. Bu açıdan da bazıları, onların fena bulmasını cisimlerin fena bulması şeklinde değil de, bir gaşy ve bayılma türünden olacağına hükmetmişlerdir. Böyle düşünenler, bir manada ruhları da aynı şekilde mütalaa etmiş, onların fena bulmalarını da gaşy ile yorumlamışlardır. Onlara göre ruhlar, alem-i emirden zişuur ve basit birer kanun-u emridirler. Dolayısıyla onlar, belli parçacıklardan meydana gelmiş mürekkepler gibi çözülüp dağılmadan, münkariz ve mütelaşi olmadan masundurlar, ama " -Sura üflenince göklerde ve arzdakiler ölür ve yerle bir olurlar." medlulünce, onların da o dehşetengiz ahval içinde gaşy haliyle dahi olsa, bir ölüm köprüsünden geçecekleri mukadderdir.

Sofilere göre, ruh dediğimiz hakikat, birbiriyle mütelasık ve fakat farklı çerçeveleriyle, tıpkı bir külliyenin üç ayrı fakültesi gibi, ayrı ayrı mevhibelerin meclası üç farklı buudu bulunan bir vahiddir:

Birincisi; ruh-u zat diyeceğimiz rahmani ilk tecellidir ki, esbab açısından canlıyı meydana getiren unsurların özel durumları ve belli konumlarıyla kaim görünen ruhtur.

İkincisi; ruh-u menfuh da dediğimiz akıl, ilim, irade, latife-i rabbaniye, his ve şuurla serfiraz "nefs-i natıka"dır ki, insanın yaratılmasından evvel veya anne karnında belli bir safhadan sonra cenine nefhedilen zişuur kanun-u emridir ve hadisin ifadesiyle, bu ruh embriyolojik vetire esnasında melek vasıtasıyla yavruya üflenir. Bu ruh Hz. Adem'e " -O heykel-i evvele kendi ruhumdan nefhettim." fehvasınca, bizzat Cenab-ı Hak tarafından, Hz. Meryem'e ise Cibril vasıtasıyla üflenmiştir. İşte bu kabil bütün nüfus-u menfuhaya "ervah-ı cüz'iye" denir. Yani ruh, cemali ve ehadi tecelli ile, fertlerin mazhar oldukları/olacakları ilk mevhibelere bağlı, onların hususiyet, karakter ve kabiliyetlerine göre bir ata ve sübhani birer ifazadır.

Bu ervah-ı cüz'iyeyi, güneşin, farklı donanım ve farklı hususiyetleri haiz mahiyetlere, farklı ifazaları gibi düşünebiliriz; evet, canlı-cansız her nesnenin, onca farklı hususiyetlerine rağmen, zahiri keyfiyet ve mazhariyetlerini -esbab planında- güneşten aldıkları kabul edilecek olursa, işte böyle bir durumdaki meraya ve mecalinin kesreti, mütecellinin vahdetine muarız sayılmaz; sayılmaz zira bu, güneşte küll halinde bulunan hususiyetlerin, değişik aynalarda tafsili bir görüntüye ulaşıp taayyün etmiş cüz'iyat şeklinde kendini göstermesi demektir. Konuyu -tam vazıh olmasa da- böyle bir misale bağlayarak diyebiliriz ki, yeryüzünde, hatta diğer gezegenlerdeki ziya, hararet ve sair hususiyetler, güneşin aks-i nuru ve bir manada gölgesi olduğu gibi ervah-ı cüz'iye de ilmi bir program çerçevesinde, zati ve sübuti evsaf-ı celaliye ve cemaliye sahibi bir Zat'ın hayat sıfatının bir aksi, Hay ve Muhyi isimlerinin de birer cilvesi ve gölgesi mahiyetindedir.

Bu itibarladır ki, ariflerden hal ve istiğrak erbabı bazı kimseler, vücud-u zılliye bakarken dahi -biraz da vecd u istiğrak sevkiyle- hep vücud-u asliyi mülahazaya aldıklarından veya sübühat-ı vechin ziyası ile medhuş bulunduklarından O'ndan başka bir şeyi görmediklerini, duymadıklarını ifade etmiş; hatta bunlardan ehl-i cezbe bir kısım kimseler daha da ileri giderek, cüz'iyattaki tecelliyi, insanın aynadaki cansız sureti şeklinde görmüş ve bütün varlığa hayal nazarıyla bakmışlardır.

Aslında bu bir iltibastır; hal, zevk kaynaklı ve istiğrak televvünlü bir iltibas.. dolayısıyla onların bu şekildeki mülahazaları panteistlerin nazari ve felsefi mülahazalarına karıştırılmamalıdır. Bu iki üslup arasında zahiren bir benzerlik söz konusu olsa da ehlullah meseleye her zaman bir tecelli şeklinde bakmış; diğerleri ise konuyu hulul ve ittihada bağlamışlardır.

Üçüncüsü; eskilerin ruh-u hayvani dedikleri biyolojik ruhtur ki, ruh-u menfuh veya nefs-i natıkanın matiyyesi, ceset ile insani ruh arasında bir iltisak unsurudur; buna ruhun izzet, letafet ve nezahetinin ism-i Zahir'e bakan bir perdesi de diyebiliriz. Nefha-i ilahi olan ruha gelince o bir cevher-i mücerred olduğu gibi aynı zamanda mahlukiyet çerçevesinde de bir manada münezzehtir. İnsanların, saadet ve şekavet arası gel-gitleri tamamen ruh-u hayvani perdesine bağlı cereyan etmektedir. Öyle ki, eğer ruh-u menfuh müstakillen dinlenilebilse, ondan hep saadet nağmelerinin yükseldiği duyulacaktır. Ruh-u insaninin hakim olduğu kimselerde, ruh-u hayvaninin alam ve ızdırapları, ruh-u menfuh için birer terakki ve tekamül vesilesidir. Aksine, ruh-u menfuh itibarıyla güçlü bulunmayanlar, tabir-i diğerle vicdanlarıyla diri olamayanlar Allah'la münasebetleri açısından ölü sayılır ve çektikleriyle kalırlar. Ruhun en önemli mekanizması vicdandır; vicdan ise Hak temaşasına açık bir rasathanedir.





Kaynak:Sızıntı

Kalblerinizin yumuşama vakti gelmedi mi?!


İbn Mesud buyururlar ki, Müslüman olmamızın üzerinden daha az bir zaman geçmişti ki şu ayet nazil oldu: "İman edenlerin kalplerinin Cenab-ı Hakk'ı ve O'nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti gelmedi mi?


Hâlâ imanda o noktaya ulaşmadılar mı? Bu kadar marifet kendilerine geldikten sonra, hâlâ kalplerinin yumuşama zamanı gelmedi mi?" (Hadîd, 57/16)


İbn Mes'ud'un bu sözlerini kavramak için onların o zaman itibarı ile nasıl bir cemaat olduklarını düşünmek gerekir. Onlar bu ayet indiği zamanlarda öyle bir topluluk idi ki, aralarında nebi vardı, vahiy devamlı bir surette inmekteydi. Her yerde Kur'an devamlı bir surette okunuyordu, günde beş defa minarelerde rûh-ı revân-ı Muhammedî şehbal açıyor ve Allahü Ekber deniyordu. Yani "Büyük Allah'tır ve siz küçüksünüz, koşun o büyüğün karşısında serfürû edin" deniyordu. İşte bütün bunlar hep Allah'ı anma manasına gelmektedir. Ayetin devamında daha sonra şöyle denmektedir: "... Sakın onlar, daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar! Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş ve neticede de kalpleri katılaşmıştı. Hatta onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardı." (Hadid, 57/16) Yani, onların üzerlerinden bir müddet geçtiği için kalpleri kaskatı olmuştu. Öncekiler, Tevrat'ı, Zebur'u ve İncil'i dinlediler, nebi gördüler ve O'nun aydınlatıcı, gönülleri yumuşatıcı beyanına şahit oldular ama kalbleri kaskatı idi. Kur'an-ı Kerim önümüzde batan ve bataklığa düşen bir zümreyi göstererek: "Sakın, siz de onlar gibi yani kalbi katılaşanlar gibi olmayın" demektedir.


Evet, bir gün derin bir inkisar içinde Aleyhissalatü vesselam Efendimiz bu Müslüman cemaatin, günün birinde gidip onlara uyacağını ve kendi çizgisinden çıkacağını bildirmiş ve: "Siz, sizden evvelkilerin yoluna karış karış adım adım uyup gideceksiniz, gidip de onları adım adım -hafizanallah- takip edeceksiniz, hatta onlar kelerin deliğine girseler, siz de arkalarından kelerin deliğine gireceksiniz." buyurmuştur.


Bu hadis ile alakalı olarak diyebiliriz ki evvela kendilerine kitap verilenlerden kaybedenler oldu, sonra ümmet-i Muhammed'in bir kısmı da -Rabb'im bizi muhafaza buyursun- kaybetmekle karşı karşıyadır. Dünya hayatına talip olmada, fâniyât u zâilâtı bâki hayata tercih etmekte, Rabb'isini unutup değersiz ve kıymetsiz şeylere dilbeste olmakta, hatta kalbinin kasvet bağlamasında, gönlündeki veya mahiyetindeki letâifin elli bin defa husûf ve küsûfa uğramasında, sinesindeki yıldızların dökülüp ayların batmasında ve güneşlerin gurûb etmesinde.. İşte bütün bu hususlarda kendilerinden önce kaybetmiş olan topluluklara tabi olacak müminler çıkacaktır, çıkmıştır da. Hatta hadisin de bizzat sarih olarak ifade ettiği gibi, o kaybedenler kelerin deliğine girseler, Müslümanlardan kaybetmeye namzet bu insanlar da izzet ve haysiyetlerini ayaklarının altına alarak kelerin deliğine gireceklerdir. Yani birilerinin mukallidi olacaklar, onu mihrap ve kıble yapacaklardır. Geçen bir-iki asrı iyi tetkik ettiğimizde kendi kendimize, "Ne doğru sözlüsün ey Allah'ın Rasulü!" dediğimize şahit olacak ve "Evet, eğer Allah Rasulü'nün bildiğini bilseydik, çok ağlamamız gerekirdi. Buna mukabil gülmelerimizin sayısı da çok az olmalıydı" diyeceğiz.

İrşatta usûl nedir?


Tebliğ ve irşatta insanları çok iyi tanımak ve onlara karşı münasebetlerimizi, muamelelerimizi çok iyi ayarlamak mecburiyetindeyiz. Yoksa kişiye namaz kıldırıp sevap kazandıralım derken -Allah muhafaza buyursun- onu günaha sokmuş oluruz.
Çok tecrübelerle sabit olmuştur ki, insanların üzerine aşırı derecede gitmeler çok defa reaksiyona sebebiyet vermekte, hatta böyle bir durum onları dinî hayattan kaçırmaktadır. Bu sebeple yakın ve uzak dairemize karşı ibadet ü taat aşk ve şevkini verme mevzuunda, aşırı derecede insanların üzerine gitmenin çok doğru olmadığı görülmüştür.
Fukaha, bir hadis-i şeriften istinbat ederek sekerat halinde olan bir kimseye kelime-i tevhidin zorlayarak söylettirilmesinin yanlış olduğu hükmüne varmıştır. Çünkü -Allah korusun- o kimse, içinde bulunduğu ruh haleti itibariyle "demiyorum" derse baş aşağı gidebilir ve çok defa son sözü de bu olabilir. Kişinin kalbinde bu kelime ve manaya karşı duyacağı nefretle buradan göç edip gitmesi büyük bir hüsran olur. Bunun yerine, adeta bir musiki edası ile ve tatlı bir üslupla onun yanında tehlilde bulunma (Lâ ilâhe illallah deme) daha matlup sayılabilir. Böylece ihtimal biz incitmeyecek ve rencide etmeyecek şekilde "Lâ ilâhe illallah" deriz ve onun içinde ümit tomurcuklarının neşv ü nema bulmasını temin etmiş oluruz. Şayet kişi, bundan da rahatsız oluyorsa üzerine hiç gitmemek daha uygun olur. Aksine, kalbinde bir saygı, sevgi ve muhabbet varsa o anlık ruh haleti içinde onu da kaybetmesi mümkündür.
Fukahanın bu konudaki istinbatını bütün hayata teşmil etmek mümkündür. Bu sebeple inanç konusunda da insanların üzerine doğrudan doğruya gitmemek, mümkünse onları değişik yaklaşımlarla yumuşatmak daha uygun olur. Yılanı delikten çıkarmanın da bir usûlü vardır. Eğer yılan, vücudunun bir kısmıyla girdiği deliğe tutunursa, tutup çekseniz de kopar da fakat geriye gelmez. Ancak salıverirseniz, o da yürümeye durur ve tam o esnada çekip çıkarırsınız. İğne vururken hekim hastanın kendisini sıkmamasını, gevşek durmasını ister. Aksi takdirde enjekte edilen ilaç içeri girmez. Bu sebepledir ki, evvela hastanın kendisini rahat bırakması temin edilir. Daha sonra da enjekte edilen ilaç rahatlıkla bünyeye zerk edilir.
Basit ve avamca misalle bir hususu daha arz etmek isterim: İrşad ve tebliğ, günümüzde en mühim meselelerden biridir. Ancak bu vazife mutlaka tekniğine göre yapılması lazımdır. Eğer camiye gelen insanlara hizmet etme metodu bilinebilseydi, şimdilerde çok daha güzel şeyler olabilirdi. Ne var ki biz, çok defa nefret ettirip insanları kendimizden kaçırmışızdır. Bir büyüğün ifadesiyle biz, acelece ve acemice müdahalelerle insanları etrafımızdan uzaklaştırdık. Eğer tatlılıkla bu işi yapsaydık halk, bir hâle gibi etrafımızda halka teşkil edecek ve bizi bir mürşit gibi dinleyecekti. Ama ille de olacaksınız diye üzerlerine üzerlerine gidince onlar da direndiler, kasıldılar ve reaksiyon göstermeye başladılar. Bu sebeple de, onlara çok fazla bir şey anlatamadık ve anlatma imkânını bulamadık.
Zannediyorum şu anda durumumuz da bundan farklı değil. Ne olur gelin, Allah rızası için bin türlü bela ve musibete katlanalım; katlanalım ki ilk mürşitlerin, hatta Anadolu'da Ahmet Yesevî'lerle başlayan ikinci dönem mürşitlerinin de yolu budur. Evet, ilk defa Anadolu dâhil olmak üzere Avrupa kapılarına kadar tıpkı sahabiler gibi dervişlerle başlayan o manevi akıncı harekâtıyla gidilmiştir. Onlar insanların içine girmesini bilmiş, hak ve hakikati anlatmış ve insani faziletlere tercüman olmuşlardır. Bugünün insanı da böyle olmalı, çok küçük meseleler karşısında hemen reaksiyon göstermemeli, hiddet ve şiddete kapılmamalı, dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz hareket etmelidir ki müessir olabilsin.
İrşad ve Tebliğ Mülayemet İster
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Seyyidina Mus'ab İbn Ümeyr'i Medine-i Münevvere'ye gönderdiği zaman bir sene içinde Akabe'ye biat etmek üzere yetmiş fertle gelmişti. Bu, o zamana göre büyük bir muvaffakiyetti. Hz. Mus'ab o dönemde yirmi-yirmi beş yaşlarında ya vardı ya da yoktu. Ne var ki o, hiçbir zaman öfkelenmemiş, değişik hadiseler karşısında feverana kapılmamış ve bildiği yolda dosdoğru yürümüştü. Es'ad İbn Zürare, Mus'ab İbn Ümeyr'e "Öyle birini getireyim ki o, İslam'a girince halk gruplar halinde arkadan gelecektir." deyip, önce Sa'd İbn Muaz'ı, arkasından Useyd İbn Hudayr'ı, daha sonra da Sa'd İbn Ubade'yi getirmişti. Her gelen kişi, öfkeyle Hz. Mus'ab'a kılıcını çekerek gelmişti. Ama çok iradeli, soğukkanlı ve meseleleri çok iyi intikal ettirmesini bilen, güngörmüş ve pişmiş, daha doğrusu Allah Resûlü'nün rahle-i tedrisinden tam ders almış olan Hz. Mus'ab, onları dize getirmiş, yumuşatmış, Allah Resûlü'nün potasında eritmiş ve istediği şekle sokuvermişti.

Evet, irşat ve tebliğde yumuşaklık çok önemlidir. Cenab-ı Hak, Hz. Musa ve Hz. Harun'u (aleyhimüsselam) Firavun gibi ilahlık iddiasında bulunan birine gönderirken söz ve tavır itibariyle hoşgörülü davranarak yumuşak söz söylemelerini emretmişti. (Bkz: Tâhâ, 20/44) Böyle iyi bir muamele ve yumuşak takdim çok önemlidir. Ben bu mevzuda etrafımıza meseleleri takdim etmede yaptığımız teknik hataların meydana getirdiği değişik rahatsızlıklardan ötürü nefsim adına da, başkalarının nefs-i emmareleri adına da çok rahatsızım. Evet, çok defa insani münasebetleri bilemiyor, katılık yapıyoruz. Hatta şiddet göstermekle meselelerimizi halledeceğimizi zannediyoruz. Hâlbuki yumuşaklık olunca difüzyon ve iç içe girme olacaktır. Bu itibarla da denebilir ki, şimdiye kadar katı kimselerin yaptığı hiçbir şey olmamıştır; müsamaha ile ise fethedilen gönül pek çoktur.
1 - İrşad ve tebliğ, günümüzde en mühim meselelerden biridir. Ancak bu vazife mutlaka tekniğine göre yapılması lazımdır.
2 - Tebliğ ve irşatta insanları çok iyi tanımak ve onlara karşı münasebetlerimizi, muamelelerimizi çok iyi ayarlamak mecburiyetindeyiz.
3 - Cenab-ı Hak, Hz. Musa ve Hz. Harun'u, Firavun'a gönderirken hoşgörülü davranarak yumuşak söz söylemelerini emretmişti.

Zaman Gazatesi Kürsü
< >